10 Ocak 2014 Cuma

BİRİNCİ KISIM - PROUDHON KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR?

Volksstaat'ın[54] n° 10 ve daha sonraki sayılarında konut sorunu üzerine altı makalelik bir dizi yeralmaktadır.[248] Bu makaleler kırkların bazı çoktan unutulmuş sözümona yazınsal yazıları dışında, yalnızca prudoncu okulu Almanya'ya yerleştirme yönündeki ilk çaba olduğu için dikkate değerdir. Tam bu prudoncu düşüncelere daha yirmibeş yıl önce kararlı bir darbe indirmiş olan[1*] Alman sosyalizminin tüm evrim sürecine kıyasla, bu, öylesine büyük bir geriye dönüşü temsil etmektedir ki, bu çabayı hemen yanıtlamak yerinde olacaktır. 

Bugünlerde basında öylesine büyük bir rol oynayan sözde konut darlığı, işçi sınıfının genellikle kötü, aşırı kalabalık ve sağlığa aykırı konutlarda yaşamalarını içermemektedir. Bu darlık günümüze özgü bir şey değildir; hatta, bu, daha önceki bütün ezilen sınıflar karşısında farklı bir yere sahip olan modern proletaryaya özgü bir sıkıntı da değildir. Tam tersine, bütün ezilen sınıflar bütün dönemlerde oldukça aynı biçimde bu sıkıntıyı çekmişlerdir. Bu konut darlığına son vermek için bir tek araç vardır: işçi sınıfının egemen sınıflarca sömürüsüne ve ezilmesine tümüyle son vermek. Bu gün konut darlığı ile kastedilen, nüfusun ani bir şekilde kentin kendine özgü bir şekilde yoğunlaşmasıdır; kiralardaki çok büyük artış, tek evlerdeki daha da büyük yoğunlaşma, ve hatta bazıları için, yaşamak için bir yer bulma olanaksızlığıdır. Ve bu konut darlığından bu kadar çok sözedilmesi, yalnızca işçi sınıfıyla sınırlı kalmayıp aynı zamanda küçük-burjuvaziyi de etkilediği içindir. 

Büyük modern kentlerimizde işçilerin ve küçük-burjuvazinin bir kısmının sıkıntısını çektiği konut darlığı, günümüzdeki kapitalist üretim biçimi sonucu ortaya çıkan sayısız daha küçük, ikincil kötülüklerden biridir. Bu, kesinlikle, işçinin işçi olarak kapitalist tarafından sömürülmesinin doğrudan bir sonucu değildir. Bu sömürü, toplumsal devrimin, kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırarak yoketmek istediği temel kötülüktür. Ancak kapitalist üretim biçiminin temel direği, içinde bulunduğumuz toplumsal düzenin, kapitalistin işçinin işgücünü, değeri karşılığı satın alıp, işçiyi işgücü için ödenen fiyatı yeniden yaratması için gerekli olandan daha uzun çalıştırarak, ondan değerinden çok fazlasını almasını mümkün kılması olgusudur. Böylece üretilen artı-değer, bütün kapitalistler ve toprak sahipleri sınıfı ile birlikte onların paralı hizmetkârları olan Papa ve Kaiser'den gece bekçileri ve daha alttakiler arasında paylaşılmaktadır. Burada bu dağılımın nasıl olduğu ile ilgilenmiyoruz, ama şu kadarı kesindir: bütün o çalışmayanlar, bu artı-değerden bir ya da diğer şekilde kendilerine ulaşan artıklarla geçinmektedirler. (Bunun ilk kez ortaya konduğu Marx'ın Kapital'i ile kıyaslayın.) 

İşçi sınıfı tarafından üretilen ve ondan karşılıksız alınan bu artı-değerin, çalışmayan sınıflar arasında dağılımı, son derece şiddetli ibret verici kavgalar ve karşılıklı dalavereler arasında yürütülmektedir. Bu dağılım, alım ve satım yoluyla yapıldığı sürece, başlıca yöntemlerinden biri, alıcının satıcı tarafından aldatılmasıdır; ve perakende ticarette, özellikle büyük kentlerde, bu satıcı için bir mutlak varoluş koşulu haline gelmiştir. Ancak, işçi, bakkalı ya da fırıncısı tarafından malın fiyatı ya da kalitesi yönünden aldatıldığı zaman, bu, ona, işçi olma özelliği nedeniyle yapılmamaktadır. Tam tersine, herhangi bir yerde belirli bir ortalama aldatma ölçüsü, toplumsal kural haline gelir gelmez, bunun uzun dönemde ücretlerde buna uygun düşecek bir artışla ayarlanması gerekir. Aslında işçi, dükkan sahibinin önüne hiç bir şekilde bir işçi, yani bir işgücü satıcısı olarak değil, bir alıcı, yani para ve kredi sahibi olarak çıkmaktadır. Bu aldatma, onu, ve bütün olarak daha yoksul sınıfı, daha zengin toplumsal sınıflardan daha fazla etkilemektedir, ancak, bu, yalnızca onu etkileyen, sınıfına özgü bir kötülük değildir. 

Konut darlığı için de durum aynıdır. Büyük modern kentlerin genişlemesi, bu kentlerin belirli kesimlerine, özellikle merkezi konumlu bölgelere yapay ve çoğu kez çok büyük ölçüde artan bir değer vermiştir; bu bölgelerde yükselen binalar, bu değeri artıracak yerde düşürmektedirler, çünkü artık değişen koşulları karşılayamamaktadırlar. Bunlar yıkılmakta ve yerlerini başkaları almaktadır. Bu, hepsinden çok, en büyük sıkışıklık ile dahi, kiraların hiç bir zaman, ya da ancak çok yavaş, belli bir azaminin üstüne yükselebilen merkezi konumlu işçi evleri için geçerlidir. Bunlar yıkılmakta, ve yerlerine dükkanlar, depolar ve resmi binalar dikilmektedir. Bonapartçılık, bu eğilimi, Haussmann kanalıyla, Paris'te, dalavere ve bireysel zenginleşme uğruna büyük ölçüde sömürmüştür. Ancak, Haussmann ruhu yurt-dışına taşmış, Londra, Manchester ve Liverpool'da da bulunmuştur ve kendisini Berlin ve Viyana'da da evinde hissetmiş gibidir. Sonuç olarak, işçiler, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülmekte; işçi meskenleri ve genel olarak küçük meskenler nadir, pahalı ve çoğu kez bütünüyle elde edilemez bir hale gelmekte, çünkü bu koşullar altında daha pahalı konutlar ile çok daha iyi bir spekülasyon alanına kavuşan yapı sanayii, ancak istisnai olarak işçi konutu yapmaktadır. 

Dolayısıyla, bu konut darlığı pek doğaldır ki işçiyi, daha bayındır herhangi bir sınıfı etkilediğinden, daha fazla etkilemektedir; ancak bu, dükkan sahibinin aldatması kadar sadece işçi sınıfının sırtına binen küçük bir kötülüktür ve işçi sınıfı açısından bu kötülük belli bir düzeye ve belli bir sürekliliğe eriştiği zaman aynı şekilde belli bir ekonomik ayarlama bulmak zorundadır. 

İşte Proudhon'un dahil olduğu küçük-burjuva sosyalizmi, çoğunlukla, işçi sınıfının öteki sınıflarla ve özellikle küçük-burjuvazi ile ortaklaşa katlanmak zorunda kaldığı bu gibi zorluklarla uğraşmayı yeğlemektedir. Ve dolayısıyla, bizim Alman prudoncularımızın[2*] esas olarak, gördüğümüz gibi, hiç bir şekilde yalnızca bir işçi sınıfı sorunu olmayan konut sorununa eğilmesi; ve tam tersine, onun gerçek ve yalnızca işçi sınıfına özgü bir sorun olduğunu ileri sürmesi, hiç de raslantı değildir. 

"Kiracının ev sahibine göre durumu, ücretli işçinin kapitaliste göre durumununun aynıdır." 

Bu, bütünüyle yanlıştır. 

Konut sorununda karşı karşıya olan iki yan vardır: Kiracı ve mal sahibi, ya da ev sahibi. İlki ikincisinden bir meskenin geçici kullanımını satınalmak istemektedir; para ya da bu krediyi bizzat ev sahibinden çok yüksek bir bedelle kiraya bir ek şeklinde satınalmak zorunda kalsa dahi para ya da kredi sahibidir. Bu, basit bir meta satışıdır; proleter ile burjuva, işçi ile kapitalist arasındaki bir alışveriş değildir. Kiracı —bir işçi dahi olsa— para sahibi bir insan olarak görünmektedir; bir meskenin, kullanımın alıcısı olarak kazancı ile ortaya çıkabilmek için, kendi malını, yalnızca kendine özgü bir malı, kendi işgücünü daha önceden satmış olmalı, ya da işgücünün ilerdeki satışına dair bir güvence verebilecek durumda olmalıdır. İşgücünün kapitaliste satışının kendine özgü sonuçları burada hiç bir şekilde yoktur. Kapitalist satınalınmış işgücünün ilk olarak kendi değerini, ancak ikinci olarak da, kapitalist sınıf içinde dağıtılmak üzere şimdilik kendi elinde kalan bir artı-değeri yaratmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu durumda bir fazla değer yaratılmakta, mevcut değerin toplamı artırılmaktadır. Bir kiralama işleminde durum oldukça farklıdır. Ev sahibi kiracıyı ne kadar dolandırırsa dolandırsın, bu zaten varolan, önceden üretilmiş bir değerin aktarılmasıdır, ve ev sahibi ile kiracının birlikte sahip oldukları değerlerin toplamı, önceki gibi aynı kalmaktadır. İşçi emeğinin ürününün bir kısmında, bu emeğin karşılığı kapitalist tarafından değerinin altında, üstünde ya da tam karşılığında ödenmiş olsun, bir miktar aldatılmaktadır; kiracı ise, ancak, konuta değerinden fazla vermek zorunda bırakıldığı zaman aldatılır. Dolayısıyla, ev sahibi ile kiracı arasındaki ilişkinin işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiye eş tutulması, bunun tamamıyla yanlış konulmasıdır. Tam tersine, burada iki yurttaş arasında olukça sıradan bir meta alışverişiyle ilgiliyiz ve bu alışveriş genel olarak metaların satışını ve özel olarak "taşınmaz metaın" satışını yöneten ekonomi yasaları uyarınca yürütülmektedir. İlk olarak evin ya da sözkonusu evin bir bölümünün yapım ve bakım masrafları hesaplanmakta; evin konumunun elverişlilik ölçüsünün belirlediği arsa değeri bunu izlemekte; sonucu ise o anki arz ve talep durumu belirlemektedir. Bu basit ekonomik ilişki prudoncumuzun kafasında şöyle ifade edilmektedir: 

"Bir kez yapıldıktan sonra ev, gerçek değeri sahibine çok önceden kira biçiminde fazlasıyla ödenmiş olmasına karşın, toplumsal emeğin belirli bir bölümü için kalıcı bir yasal tasarruf hakkı hizmeti görür. Dolayısıyla, örneğin elli yıl önce yapılmış olan bir ev, bu dönem içersinde kira kazancıyla ilk maliyet fiyatının iki, üç, beş, on ve daha çok katı fazlasını karşıladığı anlaşılmaktadır." 

İşte gerçek Proudhon bütünüyle karşımızda. İlk olarak, kiranın yalnızca bina maliyetleri üzerindeki faizi ödemeyeceği, aynı zamanda, onarımlar ile şüpheli alacaklar ve ödenmemiş kiralar yanısıra evin boş kaldığı zamanlarında ortalama miktarını ve son olarak da yokolacak olan ve zamanla içinde oturulamaz ve değersiz hale gelen bir eve yatırılan yapım sermayesini yıllık taksitler halinde karşılamak zorunda olduğu unutulmaktadır. İkinci olarak, kiranın binanın üzerinde yapıldığı arsanın artan değerinin faizini de ödemek zorunda olduğu ve dolayısıyla bir kısmının arsa kirasından oluşturduğu unutulmaktadır. Prudoncumuz, hemen bu farkın toprak sahibinin herhangi bir katkısı olmaksızın yaratıldığı için adil olarak ona değil, bütünüyle topluma ait olduğunu ileri sürmektedir. Ancak böylelikle gerçekte toprak mülkiyetinin kaldırılmasını talep ettiğini görmezlikten gelmektedir ki, bu konu, burada girmeye kalktığımız takdirde bizi çok uzaklara götürecektir. Ve son olarak bütün alışverişin hiç bir şekilde evin sahibinden satınalınması değil, yalnızca belirli bir zaman için kullanımının satınalınmasından ibaret olduğu olgusunu unutmaktadır. Herhangi bir ekonomik olayın içinde cereyan ettiği gerçek, fiili koşullarla hiç bir zaman ilgilenmek zahmetine katlanamamış olan Proudhon, doğal olarak belirli koşullar altında, bir evin ilk maliyet fiyatının elli yıl boyunca kira şeklinde nasıl elli katından fazla ödendiğini de açıklayamamaktadır. Bu hiç de güç olmayan sorunu ekonomik açıdan inceleyip gerçekten ekonomi yasalarıyla çelişip çelişmediğini, çelişiyorsa nasıl çeliştiğini saptamak yerine, Proudhon, ekonomiden hukuk bilimine cüretli bir atlamaya başvurmaktadır: "Bir kez yapıldıktan sonra ev" belli bir yıllık ödemeye "kalıcı bir yasal tasarruf hakkı hizmeti görmektedir". Bunun nasıl olduğu, evin nasıl bir yasal tasarruf hakkı haline geldiği konusunda Proudhon susmaktadır. Ve oysa bu onun tam açıklaması gereken şeydir. Bu sorunu, incelemiş olsaydı, ne kadar kalıcı olursa olsun, dünyadaki tüm yasal hakların bile bir eve 50 yıl içinde maliyet bedelinin on katını kira şeklinde geri almasını sağlayacak gücü veremeyeceğini, oysa ancak (yasal hak olarak toplumsal olarak kabul edilmiş olan) ekonomik koşulların bunu gerçekleştirebileceğini bulacaktı. Ve bununla yeniden başlangıç noktasına dönmüş olacaktı. 

Tüm prudoncu öğreti ekonomik gerçeklikten, hukuksal lafazanlığa, bu kurtarıcı atlayışa dayanmaktadır. Proudhonumuz, ekonomik bağlantılarını yitirdiği her zaman —ve bu her ciddi sorunda onun başına gelmektedir— yasalar alanına sığınmakta ve ebedi adalete başvurmaktadır. 

"Proudhon, kafasındaki adalet idealini, Justice éternelle ['ebedi adaleti'] meta üretimine uygun düşen hukuk ilişkilerinden çıkartmakla işe başlar: böylece de, hemen belirtelim, meta üretimi biçiminin adalet kadar ebedi olduğunu bütün iyi vatandaşlara huzur verecek şekilde tanıtlamış olur. Ardından, geriye döner ve yürürlükteki meta üretim biçimini ve buna tekabül eden hukuk sistemini bu ideale uygun olarak yeniden düzenlemenin yollarını araştırır. Maddenin bileşimindeki ve ayrışımındaki molekül değişmelerinin yürürlükteki yasalarını inceleyerek bu temel üzerinde belirli sorunları çözeceği yerde, bir kimyacı tutarak, maddenin bileşimi ve ayrışımını, "ebedi ideler", "tâbi hal", ve "yakınlık" aracılığı ile düzenlemek iddiasında bulunsa bu adam hakkında ne düşünürdük? Tefecilik, Justice éternelle ['ebedi, adalete'] équite éternelle ['ebedi hakkaniyete'], mutualité éternelle ['ebedi dayanışmaya'] ve öteki vérités éternellés ['ebedi gerçeklere'] aykırıdır dediğimiz zaman, kilise bababalarının, tefeciliğin, grâce éternelle ['ebedi inayetle'], foi éternelle ['ebedi inançla'] ve la volonté éternelle de Dieu ['Tanrının sonsuz iradesiyle'] bağdaşamayacağını söylemelerinden aslında fazla bir şey bilmiş olur muyuz?" (Marx, Capital, Vol. I, s. 45.) 

Bizim prudoncumuz[3*] efendisi ve ustasından daha iyi değildir: 

"Kira anlaşması, modern toplum yaşantısında, hayvan vücutlarında kandolaşımı kadar gerekli olan binlerce değişimden biridir. Doğal olarak bu değişimlerin hak kavramının etkisinde olması, bir başka deyişle, her yerde kesin adalet gerekleri uyarınca yapılması bu toplumun çıkarına olacaktır. Bir başka deyişle, toplumun ekonomik yaşantısının, Proudhon'un deyişiyle kendisini ekonomik hak düzeyine yükseltmesi gereklidir. Gerçekte, bildiğimiz gibi bunun tam tersi olmaktadır." 

Marx'ın prudonculuğu tam bu açıdan böylesine kısa ve inandırıcı bir şekilde tanımlamasından beş yıl sonra, birisinin Alman dilinde böylesine boş laf yığınını hâlâ yayınlıyor olması inanılır gibi mi? Bu saçmalar ne anlama geliyor? Yalnızca günümüz toplumunu yöneten ekonomik yasaların uygulama sonuçlarının yazarın adalet duygusuna ters düştüğü, ve sorunun, bu durumu düzeltecek şekilde düzenlenmesi gibi bir dinsel isteği savunduğu anlamına geliyor. Evet kurbağaların kuyruğu olsaydı artık kurbağa olmazlardı. Ve, kapitalist üretim biçimi de "bir hak kavramına", yani işçileri sömürme hakkına sahip değil midir? Ve yazar bunun kendi hak kavramı olmadığını söylerse, bir adıl ilerlemiş olur muyuz? 

Ama konut sorununa geri döneli. Prudoncumuz şimdi "hak kavramı"nı başıboş bırakmakta ve bize aşağıdaki dokunaklı hitabı sunmaktadır: 

"O pek yüceltilen yüzyılımızın bütün kültürü içinde, büyük kentlerde nüfusun %90'ından fazlası benim diyebileceği bir yere sahip olmayışı gerçeğinden daha korkunç bir saçmalık olamadığını ileri sürebiliriz. Manevi ve ailevi varlığın gerçek düğüm noktası, aile ocağı ve yuva, toplumsal girdapla silinip süpürülmektedir. ... Bu açıdan, vahşilerden çok gerideyiz. Mağara adamının mağarası, Avustralyalının kilden kulübesi, Hintlinin kendi ocağı varken, modern proletarya pratikte havada asılı durmaktadır." vb.. 

Bu acı yakınmada prudonculuğu tüm gerici biçimiyle buluyoruz. Modern devrimci proleter sınıfın yaratılması için, geçmişin işçisini toprağa bağlayan bağın kesilmesi kesinlikle zorunluydu. Dokuma tezgahının yanısıra küçük evi, bahçesi ve tarlasına sahip olan el dokumacısı, bütün acılara ve siyasal baskılara karşın, sessiz, halinden memnun "dindar ve onurlu" bir insandı; zenginlere, rahiplere ve devlet yetkililerine şapkasını çıkarırdı ve aslında tam bir köleydi. Önceleri toprağa zincirlenmiş olan işçiyi tümüyle mülksüz bir proleter, bütün geleneksel ayakbağlarından kurtarılmış, bir kuş kadar özgür hale dönüştüren tam da bu modern büyük sanayidir; işçi sınıfı sömürüsünün sonal biçimi içinde, kapitalist üretim içinde alaşağı edebilecek biricik koşulları yaratan işte tam da bu ekonomik devrimdir. Ve bu gözüyaşlı prudoncu, gelerek, işçilerin aile ocağı ve yuvalarından uzaklaştırılışı için, bu sanki onların entelektüel kurtuluşunun en birinci koşulu değil de büyük bir gerilemeymiş gibi yakınmaktadır. 

27 yıl önce, İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu'nda, 18. yüzyılda İngiltere'de gerçekleştiği şekliyle, işçilerin tam bu aile ocağı ve yuvalarından uzaklaştırılışı sürecini ana çizgileriyle açıklamıştım. Böyle yapmakla toprak ve fabrika sahiplerinin sorumlu oldukları kötülükler ve bu kovulmanın ilk olarak, ilgili işçiler üzerindeki kaçınılmaz, maddi ve manevi, yıkıcı etkileri de orada gerektiği gibi açıklanmıştır. Ancak, o koşullarda kesin olarak zorunlu bir tarihsel evrim süreci olan bunu "vahşilerin de altında" bir gerileme olarak düşünmek aklıma gelir miydi? Olanaksız. 1872'nin İngiliz proleteri 1772'nin "aile ocağı ve yuvasıyla" kırsal dokumacısından ölçülmeyecek kadar yüksek bir düzeydedir. Ve mağarasıyla mağara adamı, kilden kulübesiyle Avustralyalı, ya da kendi ocağıyla Hintli, hiç bir şekilde bir Haziran Ayaklanmasını ya da bir Paris Komününü gerçekleştirebilir miydi? 

İşçilerin durumunun kapitalist üretimin geniş çapta uygulanmasından beri bütünüyle maddi olarak kötüleştiğini yalnızca burjuvazi kuşkuyla karşılamaktadır. Yalnızca bu nedenle geriye dönerek (aynı şekilde çok yetersiz olan) Mısır'ın zenginliklerine,[254] yalnızca köle ruhlar yaratmış olan kırsal küçük sanayie, ya da "vahşilere" özlemle bakmamız gerekli mi? Tam tersine yalnızca modern büyük sanayi tarafından yaratılan, onu toprağa zincirleyenler de dahil olmak üzere miras kalan tüm kısıtlamalardan kurtarılmış ve büyük kentlerde kümelenmiş olan proletarya, bütün sınıf sömürüsüne ve sınıf egemenliğine son verecek olan büyük toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilir. Eski kırsal el dokumacıları, aile ocakları ve yuvalarıyla bunu hiç bir şekilde yapamaz; onu yapma isteklerinden sözetmek şöyle dursun, böyle bir fikri hiç bir şekilde kavrayamazlardı bile. 

Öte yandan, Proudhon için, son yüzyılın tüm sanayi devrimini, el emeği yerile makineyi koyan ve emeğin üretkenliğini bin kat artıran buhar gücünün ve büyük-ölçekli fabrika üretiminin sokulması, gerçekte hiç bir zaman olmaması gereken çok kınanacak bir olaydır. Küçük-burjuva Proudhon, herkesin anında tüketilebilen ve pazarda değişilebilen ayrı ve bağımsız bir ürün ürettiği bir dünya özlemektedir. Böylece, herkes emeğinin tam karşılığını, bir başka ürün cinsinden aldığı için "ebedi adalet" yerine gelmekte, ve olabilecek en iyi dünya yaratılmaktadır. Ama, Proudhon'un olabilecek bu en iyi dünyası, çok önceden, bütün büyük sanayi dallarında bireysel emeği yoketmiş olan, daha küçük ve hatta en küçük dallarını her gün giderek daha çok ortadan kaldıran, bunun yerine makineyle desteklenen toplumsal emeği ve işlenmeye hazır doğa güçlerini koyan, ve anında değişilebilen ya da tüketilebilen sonal ürün ellerinden geçmek zorunda olduğu pek çok bireyin ortak çalışması olan, sınai gelişmenin ilerlemesiyle daha tomurcuk iken koparılmış ve ayaklar altında ezilmiştir. Ve işte tam da bu sanayi devrimi sayesinde insan emeğinin üretici gücü —insanlık tarihinde ilk kez olarak— öylesine yüksek bir düzeye yükselmiştir ki, tümü içinde rasyonel bir işbölümü varsayımıyla, yalnızca toplumun her üyesi için bol tüketim ve büyük yedek fonu için değil, ayrıca her bireye yeterli boş zaman bırakarak, tarihsel olarak miras kalan kültürün —bilim, sanat, ilişki biçimleri— gerçekten korunmaya değer [öğelerinin] yalnızca korunması değil, egemen sınıfların tekeli olmaktan çıkarılıp bütün toplumun ortak malı haline dönüştürülmesi ve daha da geliştirilmesi için yeterli üretim yapılması olanağı vardır. Ve belirleyici nokta buradadır: insan emeğinin üretici gücü bu düzeye yükseldikten sonra, bir egemen sınıfın varlığı için tüm mazeretler ortadan kalkmaktadır. Ensonu, sınıf farklarının savunulmasında sonal dayanak her zaman için [şu olmuştur]: toplumun entelektüel çalışmaları ile ilgilenecek zamana sahip olması için günlük gereksinmenin üretimi ile kendini yormayacak bir sınıf gereklidir. Şimdiye kadar büyük tarihsel gerekçeye sahip olan bu iddia, son yüzyılın sanayi devrimi ile bir darbede ve tümüyle kökünden kesilip atılmıştır. Bir egemen sınıfın varlığı, her gün sınai üretim güçlerinin, ve aynı şekilde, bilim, sanat ve özellikle kültürel ilişki biçimlerinin gelişmesine daha büyük engel teşkil etmektedir. Bizim modern burjuvamızdan daha kabasına rastlanmamıştır.

Bütün bunlar dostumuz Proudhon için hiç bir şey ifade etmiyor. O "ebedi adalet"ten başka bir şey istemiyor. Herkes kendi ürünü karşılığında emeğinin tam karşılığını, emeğinin tam değerini alacaktır. Ancak bunu bir modern sanayi ürününde hesaplamak karmaşık bir iştir. Çünkü modern sanayi, eski bireysel el zanaatlarında sonal üründe açıkça görünen bireyin toplam ürün içindeki özel payını gizlemektedir. Ayrıca modern sanayi, Proudhon'un bütün sisteminin üzerine kurulu olduğu bireysel değişimi, yani bir ötekinden ürününü tüketmek amacıyla alan iki üretici arasındaki dolaysız değişimi giderek ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla, prudonculuğun tümünde gerici bir çizgi izlenmektedir; sanayi devrimine karşı bir nefret ve basan açık, bazan kapalı bir şekilde dile getirilen, bütün modern sanayii —bunlar makineleri, mekanik tezgahlar ve diğer işleri— aforoz ederek eski, saygıdeğer el emeğine geri dönülmesi isteği. Bu durumda, üretici gücümüzün binde 999'unu kaybedecekmişiz, bütün insanlık mümkün olan en kötü emek esaretine mahkum olacakmış, açlık genel bir kural haline gelecekmiş — değişimi, herkesin "emeğinin tam karşılığını" alacak şekilde düzenledikten ve "ebedi adalet" gerçekleştikten sonra bütün bunların ne önemi var? 

Fiat Justitia, pereat mundus! 

Bütün dünya yokolsa da adalet yerine gelsin! 

Ve, uygulanması herhangi bir şekilde mümkün olsaydı, bu prudoncu karşı-devrimde dünya yokolacaktı. 

Ancak, besbelli ki modern büyük sanayi ile belirlenen toplumsal üretimle bile, bu deyimin herhangi bir anlamı varsa, herkese "emeğinin tam karşılığının" garantilenmesi mümkündür. Her ayrı işçinin "kendi emeğinin tam karşılığının" sahibi olması değil de tümüyle işçilerden oluşan toplumun bütününün, üyeleri arasında kısmen tüketim için dağıttığı, kısmen üretim araçlarını yenileme ve çoğaltmak için kullandığı, ve kısmen üretim ve tüketim için bir yedek fon olarak biriktirdiği emeklerinin toplam ürününe sahip olması şeklinde genişletilmesi halinde ancak bu deyimin bir anlamı olacaktır. 

 ***

Yukarda söylenenlerden sonra, prudoncumuzun büyük konut sorununu nasıl çözeceğini zaten önceden biliyoruz. Bir yandan, karşımızda artık vahşilerden de geri olmamamız için her işçinin kendi malı olan bir eve sahip olması istemi var. Öte yandan gerçekte olduğu gibi, bir evin ilk maliyet bedelinin kira şeklinde iki, üç, beş ya da on katı geri ödenmesinin bir yasal hakka dayandığı ve yasal tasarruf hakkının "ebedi adalet"le çeliştiği güvencesine sahibiz. Çözüm basit: yasal tasarruf hakkını ortadan kaldırır, ve ebedi adalet sayesinde ödenen kiranın meskenin kendi maliyeti hesabına dayanan bir ödemenin yapılmasını ilân ederiz. Eğer kişi öncüllerini, sonucu önceden içerecek şekilde düzenlemişse o zaman hiç kuşkusuz önceden hazırlanmış sonucu, çıkından çıkarıp, böbürlenerek bunun sonucu olduğu sarsılmaz mantığa işaret etmek, herhangi bir şarlatanın sahip olduğundan fazla bir beceri gerektirmez. 

Ve burada da öyle olmaktadır. Kiralanmış meskenlerin ortadan kaldırılması bir zorunluluk olarak ileri sürülmekte ve her kiracının kendi meskeninin sahibi haline dönüştürülmesi bir istem şeklinde ifade edilmektedir. Bunu nasıl yapacağız? Çok basit: 

"Kiralanmış meskenler geri satınalınacaktır. ... önceki ev sahibine evinin değeri son kuruşuna kadar ödenecektir. Kira, önceden olduğu gibi, kiracının kalıcı sermaye hakkı için (ödediği) haracı temsil ederken, kiralanmış meskenin geri satınalınacağı açıklandığı günden itibaren kiracı tarafından ödenen aynı sabit miktar kendi mülkiyetine geçmiş olan mesken için ödenen yıllık taksit olacaktır. ... Toplum ... bu yolla kendini özgür ve bağımsız mesken sahipleri topluluğuna dönüştürmektedir." 

Prudoncu, ev sahibinin çalışmadan toprak kirası ve eve yatırdığı sermayeden faiz almasını ebedi adalete karşı işlenmiş bir suç saymaktadır. Bunun sona ermesi gerektiğini, artık eve yatırılan sermayenin faiz, satınalınmış taşınmaz mal mülkiyetini temsil ettiği için de toprak rantı getirmemesi gerektiğini öne sürmektedir. Şimdi günümüz toplumunun temeli, kapitalist üretim biçiminin, bundan hiç bir şekilde etkilenmediğini görüyoruz. İşçi sömürüsünün döndüğü eksen işgücünün kapitaliste satılması ve kapitalistin bu alışverişi kullanışı, yani işçiyi ödenmiş işgücünün karşılığı olandan çok fazla üretmeye zorlaması gerçeğidir. Daha sonra toprak kirası, ticari kâr, sermaye faizi, vergi, vb., biçimlerinde kapitalist ve hizmetkârlarının çeşitli türleri arasında bölüştürülen artı-değeri yaratan işte kapitalist ve işçi arasındaki bu alışveriştir. Ve şimdi prudoncumuz gelerek, bir tek tür kapitalistin, o da, dolaysız olarak işgücü satınalmayan ve dolayısıyla artı-değer yaratılmasına da neden olmayan bir kapitalist (türünün) kâr yapmasını ya da faiz almasını engelleyebilirsek, bunun bir adım ilerleme olacağına inanmaktadır. Ev sahipleri, toprak kirası ve faiz alma olasılıklarından, yarın yoksun bırakılsalar dahi, işçi sınıfından alınan ödenmemiş emek miktarı kesinlikle aynı kalacaktır. Ancak, bu prudoncumuzun şunu ileri sürmesini engellememektedir: 

"Dolayısıyla kiralanmış meskenlerin ortadan kaldırılması devrimci fikrin doğurduğu en verimli ve görkemli amaçlardan biridir ve sosyal-demokrasinin birincil istemlerinden biri haline gelmelidir." 

Bu, tümüyle, gıdaklamaları her zaman yumurtladığı yumurtaların büyüklüğüyle ters orantıda olan Proudhon ustanın pazar yeri çığırtkanlığının tıpatıp aynıdır. 

Ve şimdi her işçi, küçük-burjuva ve burjuva, yıllık taksitler ödeyerek, meskenin önce kısmen, sonra tamamen sahibi olmaya zorlansaydı, işler ne kadar güzel olurdu, düşünün bir! Büyük sanayi, ama küçük işçi evlerinin bulunduğu ve her evli işçinin kendisine ait küçük bir evi işgal ettiği İngiltere'nin sanayi bölgelerinde bunun belki de bir anlamı olabilirdi. Ancak Paris ve Kıtadaki büyük kentlerin çoğundaki küçük sanayi, herbirinde on, yirmi ya da otuz ailenin birarada yaşadığı büyük evlerle tamamlanmaktadır. Kiralanmış meskenlerin satınalınacağının açıklandığı dünyayı özgürleştiren karar gününde Peter'in Berlin'de bir mühendislik içinde çalıştığını varsayalım. Bir yıl sonra, isterseniz Hamburger Tor dolayında bir yerde bir evin beşinci katında küçük bir odadan oluşan dairesinin onbeşte-birine sahip olsun. Ardından işini kaybeder, ve kısa bir süre sonra kendini Hannover'de Pothof'ta avluya bakan nefis manzarasıyla bir evin üçüncü katında benzer bir dairede bulur. Orada beş ay kaldıktan sonra bu malın ancak 1/36'sını ele geçirmiştir ki, bir grev onu Münih'e yollayarak 11 aylık bir ikâmet [sonunda] Ober-Angergasse arkasında sokak seviyesinde oldukça sıkıcı bir meskenin mülkiyetinin tam olarak 11/180'ine sahip olmaya zorlar. Şimdi işçiler arasında çok sık görünen türden daha sonraki iş değiştirmeler onu St. Gallen'de daha az cazip olmayan bir evin 7/360'ı, Leeds'deki bir diğerinin 23/180'i, ve Seraing'de bir üçüncü dairenin, "ebedi adalet"in yakınacak hiç bir şeyi olmaması için tam olarak hesaplanmış olan, 347/56.223'ü ile donatmıştır. Ve şimdi, bu dairelerdeki hisselerin bizim Peter'e ne yararı var? Ona bu hisselerin gerçek değerini kim verecek? Bir zamanlar onun olan çeşitli dairelerdeki diğer hisselerin sahip ya da sahiplerini nerede bulacak? Ve, katlarında diyelim ki, yirmi daire bulunan, ve satınalma dönemi sona erip kiralanmış daireler ortadan kaldırıldıktan sonra bütün dünyaya dağılmış olan belki de üçyüz kısmi sahibe ait olan herhangi bir büyük eve ilişkin mülkiyet ilişkileri tam olarak nedir? 

Prudoncumuz, o zaman geldiğinde, herhangi birine, herhangi bir zaman, herhangi bir emek ürününün tam emek karşılığını verecek olan prudoncu değişim bankasının varolacağını, ve dolayısıyla, bir dairedeki bir hissenin de tam değerini ödeyeceğini söyleyecektir. Ancak, ilk olarak, konut sorunu üzerindeki makalelerde hiç değinilmediği için burada prudoncu değişim bankasıyla hiç bir şekilde ilgili değiliz, ve ikinci olarak, bu, birisi bir meta satmak istediğinde her zaman zorunlu olarak tam değeri karşılığında bir alıcı bulacağı gibi garip bir yanlışa dayanmaktadır, ve üçüncü olarak, Proudhon onu icat etmeden önce İngiltere'de Labour Exchange Bazaar[255] adı altında bir kezden fazla iflas etmiştir 

İşçinin konutunu satınalması gerektiği kavramının tümü, bir kez daha prudonculuğun zaten belirtilmiş olan temel gerici görüşüne dayanmaktadır ki, buna göre modern büyük sanayi tarafından yaratılan koşullar sağlıksız bir büyümedir, ve toplumun zorla yani, yüzyıldan beri izlemekte olduğu eğilimin tersine, eski kararlı bireysel el zanaatlarının genel kural olduğu ve genel olarak yokolan ve genel olarak söylemek gerekirse halen yokolmaya devam eden küçük sanayiin idealleştirilmiş bir restorasyonundan başka bir şey olmayan bir duruma getirilmesi gerekir. Bir kez işçiler bu istikrarlı koşullar içine itildikten ve "toplumsal girdap" mutlu bir şekilde ortadan kaldırıldıktan sonra, işçi, yeniden doğal olarak "aile ocağı ve yuva" mülkiyetinden yararlanabilir, ve yukardaki satınalma teorisi daha az saçma görünür. Ancak Proudhon, bütün bunları gerçekleştirmek için ilk olarak dünya tarihinin saatini yüzyıl geri alması gerektiğini, ve bunu yaptığı takdirde günümüz işçisini büyük-büyük-büyük-babalarının olduğu gibi öylesine dargörüşlü, sürünen, gizlenen köle ruhlar haline dönüştüreceğini unutmaktadır. 

Ancak, konut sorununun bu prudoncu çözümü herhangi bir akılcı ve pratikte uygulanabilir kapsam içerdiği kadarıyla, bugün zaten uygulanmaktadır, ama bu gerçekleşme "devrimci fikrin rahminden" değil, büyük burjuvaların kendilerinden çıkmaktadır. Yetkin bir İspanyol gazetesini, Madrid'de çıkan 16 Mart 1872 tarihli La Emmancipaciôn'u[256] dinleyelim: 

"Konut sorununu çözmede, Proudhon tarafından önerildiği şekliyle ilk bakışta gözkamaştıran, ancak daha yakından incelendiğinde son derece yetersizliği ortaya çıkan, bir diğer yol daha vardır. Proudhon, kiracıların taksit planıyla alıcılara dönüştürülmesini, yılda ödenen kiranın belirli bir meskenin satınalma ödemesinin bir taksidi olarak kaydedilmesini, ve böylelikle belirli bir zaman sonra kiracının ev sahibi haline gelmesini önermektedir. Proudhon'un çok devrimci olarak kabul ettiği bu yöntem, bütün ülkelerde, kirayı artırarak evlerin değerinin iki ve üç katını sağlayan spekülatörlerin şirketlerince uygulanmaktadır. Kuzey-Doğu Fransa'da M. Dollfus ve diğer büyük imalatçılar bu sistemi yalnızca para kazanmak için değil, ayrıca kafalarının gerisindeki bir siyasal nedenle uygulamışlardır. 

"Egemen sınıfın en akıllı liderleri, kendileri için proletaryaya karşı bir ordu kurmak amacıyla, her zaman için çabalarını küçük mülk sahiplerinin sayısını artırmaya yöneltmişlerdir. Son asrın burjuva devrimleri, asiller ile kilisenin büyük topraklarını, İspanyol cumhuriyetçilerinin hâlâ varolan büyük topraklara yapmayı önerdikleri gibi küçük parçalara bölmüş, ve böylece o günden beri toplumdaki en gerici unsur ve kentsel proletaryanın devrimci hareketine kalıcı bir engel olan bir küçük toprak sahipleri sınıfı yaratmıştır. Napoléon III müstakil kamu borç tahvillerinin birim değerini azaltarak kentlerde benzer bir sınıf yaratmayı amaçlamış ve M. Dollfus ve meslektaşları da, işçilerine yıllık taksitlerle ödenecek küçük meskenler satarak onlardaki bütün devrimci ruhu boğmaya, ve aynı zamanda bu mülk sayesinde onları içinde bir kez çalıştıkları fabrikaya bağlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla, Proudhon planı işçi sınıfına herhangi bir refah getirmekten uzak olduğu gibi, hatta doğrudan doğruya onun aleyhine dönüşmüştür."[5*] 

O halde konut sorunu nasıl çözümlenecek? Günümüz toplumunda her hangi bir diğer toplumsal sorunun çözüldüğü gibi: arz ve talebin tedrici ekonomik ayarlanması ile, sorunu her zaman yeniden yaratan ve dolayısıyla çözüm olmayan bir çözüm ile. Bir toplumsal devrimin, bu sorunu nasıl çözeceği, yalnızca her durumdaki özel koşullara dayanmamaktadır, ama aynı zamanda, en önemlilerinden biri, kent ve kır arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması olan, çok daha geniş kapsamlı sorunlarla da ilgilidir. Gelecekteki toplumun düzenlenmesi için ütopik sistemler yaratılması bizim görevimiz değildir, sorunu burada ele almak son derece boş olacaktır. Ancak bir şey kesindir; rasyonel kullanımı varsayımıyla, büyük kentlerde, herhangi bir gerçek "konut darlığını" anında giderecek mesken için yeterli bina zaten vardır. Bu doğal olarak, ancak, mevcut sahiplerin mülksüzleştirilmesiyle, yani onların evlerine evsiz işçileri ya da bugünkü evlerinde aşırı derecede kalabalık olan işçileri yerleştirerek olabilir. Proletarya, siyasal güç kazanır kazanmaz kamu çıkarları uğruna alınacak böyle bir önlemin uygulanması, mevcut devletçe yapılan diğer kamulaştırmalar ve yerleştirmeler kadar kolay olacaktır. 

***

Ancak, prudoncumuz konut sorunundaki önceki başarıları ile tatmin olmamıştır. Sorunu yer düzeyinden, daha yüksek sosyalizm alanına yükseltip, bunun, orada da "toplumsal sorunun" yaşamsal bir "küçük parçası" olduğunu tanıtlamak zorundadır: 

"Şimdi sermaye veriminin, örneğin bütün sermayeler üzerindeki faizi yüzde-bir ile sabitleştiren, ancak dikkatinizi çekerim, bu faiz haddini giderek sıfır noktasına yaklaştırma eğilimi olan bir geçici yasa ile ergeç olacağı gibi boynuzlarından yakalandığını varsayalım, öyle ki, sonuç olarak sermayenin devri için gerekli olan emekten fazla hiç bir şey ödenmeyecektir. Bütün öteki ürünler gibi, ev ve konutlar da doğal olarak bu yasanın uygulama alanına dahil edilmiştir. ... Bizzat evin sahibi bir satışı kabul edecek ilk kişi olacaktır, çünkü aksi takdirde, evi kullanılmayacak ve ona yatırılan sermaye tamamıyla yararsız olacaktır." 

Bu pasaj, prudoncu elkitabının temel maddelerinden birini içermekte ve onun için de etkin olan karışıklığın çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. 

"Sermayenin üretkenliği", Proudhon'un eleştirmeksizin burjuva iktisatçılarından aldığı bir saçmalıktır. Gerçekten, burjuva iktisatçıları da, emeğin bütün zenginliğin kaynağı ve bütün metaların değer ölçüsü olduğu önerisi ile başlamaktadırlar; ama aynı şekilde, bir sınai ya da el zanaatları işine sermaye yatıran kapitalistin nasıl olup da bunun sonunda yalnızca yatırdığı sermayeyi değil, ama ayrıca onun üstünde bir kârı geri aldığını açıklamak zorundadırlar. Sonuç olarak, her tür çelişkiye bulaşmak ve sermayeye de belli bir üretkenlik atfetmek zorunda kalırlar. 

Proudhon'un burjuva ideolojisi ile nasıl tümüyle sarmaş dolaş olduğunu, sermayenin üretkenliğine ilişkin bu sözleri devralması gerçeğinden daha açıkça hiç bir şey tanıtlayamaz. Sözde "sermayenin üretkenliği" (günümüz toplumsal ilişkileri altında, onlarsız sermaye dahi olmayacağı), ücretli işçinin ödenmemiş emeğini alabilmesi için ona atfedilen nitelikten başka bir şey olmadığını daha en başında görmüştük. 

Ancak, Proudhon'un burjuva iktisatçılarından ayrıldığı nokta, "sermayenin üretkenliğini" onaylamaması, ama tam tersine, onda "ebedi adalet"in bir ihlalini görmesidir. İşçinin emeğinin tam karşılığını almasını engelleyen işte bu üretkenliktir. Dolayısıyla ortadan kaldırılması gerekir. Ama nasıl? Zorunlu bir yönetmelik ile faiz oranını düşürerek ve sonunda sıfıra indirerek. Ardından, prudoncumuza göre sermaye artık üretken olmayacaktır. 

Borç verilmiş para-sermayenin faizi, kârın ancak bir kısmıdır; ticari ya da sınai sermayenin kârın, kapitalist sınıf tarafından işçi sınıfından ödenmemiş emek şeklinde alınan artı-değerin ancak bir kısmıdır. Faiz oranını yöneten ekonomik yasalar, artı-değer oranını yöneten yasalardan, aynı tür bir toplumun yasalarında olabileceği kadar bağımsızdır. Ancak bu artı-değerin tek tek kapitalistler arasındaki dağılımına gelince, işlerinde diğer kapitalistler tarafından verilmiş büyük miktarda sermaye bulunan sanayiciler ve tüccarlar için —diğer bütün şeyler aynı kalmak koşuluyla— kârın, faiz oranının düştüğü ölçüde yükselmesi gerekir. Dolayısıyla faizin azaltılması ve sonunda ortadan kaldırılması, gerçekte hiç bir şekilde, sözde "sermaye üretkenliği"ni "boynuzları"ndan yakalayamayacaktır. İşçi sınıfından alınan ödenmemiş artı-değerin tek tek kapitalistler arasındaki dağılımını yeniden düzenlemekten başka bir şey yapmayacaktır. Sınai kapitaliste karşı işçiye değil, rantiyeye karşı sınai kapitaliste bir üstünlük verecektir. 

Yasal hareket noktasından, Proudhon, bütün ekonomik gerçekleri olduğu gibi, faiz oranını toplumsal üretim koşulları ile değil, bu koşulların genel ifadesini bulduğu devlet yasaları ile açıklamaktadır. Devlet yasaları ile toplumdaki üretim koşulları arasındaki ilişkiye dair herhangi bir sezişten yoksun olan bu görüş açısından, bu devlet yasaları, zorunlu olarak, herhangi bir anda tam karşıtları ile aynı şekilde ikame edilebilecek tamamıyla keyfi emirler olarak görülmektedir. Dolayısıyla, Proudhon için —bunu yapacak güce sahip olur olmaz— faiz oranını yüzde-bire indirecek bir kararname çıkarmaktan kolay bir şey yoktur. Ve diğer tüm toplumsal koşullar aynı kaldığı takdirde, bu prudoncu kararname sadece kâğıt üzerinde var olacaktır. Faiz oranı, bütün kararnamelere karşın, bugün bağlı olduğu ekonomi yasaları ile yönetilmeye devam edecektir. 

Kredi itibarı olan kişiler, eskiden olduğu gibi, koşullar uyarınca yüzde-iki, üç, dört ve daha yükseğine kredi almaya devam edecek ve tek fark, rantiyelerin, yalnızca davacı olması beklenmeyen kişilere para verme konusunda çok dikkatli davranmaları olacaktır. Ayrıca bu büyük sermayeyi "üretkenliği"nden yoksun kılma planı dağlar kadar eskidir; faiz oranını sınırlamaktan başka bir amacı olmayan, ve o zamandan buyana, uygulamada sürekli olarak ihlal edildiği ya da boşluklarından yararlanıldığı için her yerde yürürlükten kaldırılan tefecilik yasaları kadar eskidir, ve devlet toplumsal üretim yasaları karşısında çaresizliğini itiraf etmek zorunda kalmıştır. Ve bu ortaçağa ait ve işlemeyen yasaların yeniden uygulanması "sermaye üretkenliğini boynuzlarından yakalamaktır"? Ne kadar yakından incelenirse prudonculuğun o kadar gerici olduğu görülmektedir. 

Ve bu yolla faiz oranı böylelikle sıfıra indirilince, ve dolayısıyla sermaye faizi ortadan kaldırılınca, "sermayenin devri için gereken emekten fazla hiç bir şey ödenmeyecektir". Bu, sözde, faizin ortadan kaldırılmasının kârın ve hatta artı-değerin ortadan kaldırılmasına eşit olduğu anlamına gelmektedir. Ancak, faizin kararname ile ortadan kaldırılması gerçekten mümkün olsaydı, sonuç ne olurdu? Rantiye sınıfının sermayelerini, avans olarak borç vermeleri için artık hiç bir neden kalmaz, ama bunu kendi hesaplarına kendi sınai işletmelerine ya da anonim şirketlere yatırırlardı. İşçi sınıfından kapitalist sınıf tarafından sızdırılan artı-değer miktarı aynı kalır; yalnızca dağılımı, o da çok değil, değişirdi. 

Gerçekte prudoncumuz daha şimdiden, burjuva toplumunda mal alımında, ortalama olarak "sermaye devri için gerekli-emek"ten (sözkonusu malın üretimi için gerekli olan, şeklinde okunmalıdır) fazla hiç bir şeyin ödenmediğini görememektedir. Emek bütün metaların değer ölçüsüdür, ve günümüz toplumunda —piyasa dalgalanmaları dışında— toplam olarak metalar için onların üretiminde gerekli-emekten fazla ortalama bir ödeme yapılması kesinlikle olanaksızdır. Hayır, hayır, sevgili prudoncum, güçlük başka yerde yatıyor. Bu, (sizin karmaşık terminolojinizi kullanarak) "sermayenin devri için gerekli emek"in tümüyle ödenmemiş olması gerçeğinde yatıyor! Bunun nasıl olduğu (konusunda) Marx'a bakabilirsiniz. (Capital, Vol. I, s. 128-60). 

Ancak bu yeterli değil. Sermaye faizi [Kapitalzins] ortadan kaldırılırsa, ev kirası [Mietzins][6*] onunla birlikte ortadan kalkar; çünkü "bütün ürünler gibi, ev ve konutlar da doğal olarak bu yasanın uygulama alanı içindedir". Bu, tam, bir yıllık gönüllü askerini çağıran yaşlı binbaşının şu sözlerini andırmaktadır: 

"Doktor olduğunuzu duydum; evime zaman zaman gelebilirsiniz; insanın bir karısı, yedi çocuğu olursa, her zaman onaracak bir şey bulunur." 

Asker: "Özür dilerim, binbaşı, ama ben bir felsefe doktoruyum." 

Binbaşı: "Benim için farketmez; doktor doktordur." 

Prudoncumuz aynı şekilde davranmaktadır; ev kiraları [Mietzins] ya da sermaye faizi [Kapitalzins], onun için hepsi aynı. Faiz faizdir; doktor doktordur. Yukarda gördük ki, genellikle ev kirası [Mietzins] denilen, kira fiyatı [Mietpreis] aşağıdakilerden oluşmaktadır: 1° toprak kirası olan bir kısım, 2° yapı yapanın kârı da dahil, yapı sermayesinin faizi olan bir kısım, 3° onarım ve sigortaya giden bir kısım, 4° kârı içeren yapı sermayesinin, evin giderek yıprandığı orana göre yıllık taksitler halinde amorti edecek bir kısım. 

Ve şimdi "bizzat evin sahibinin bir satışı kabul edecek ilk kişi olacağını, çünkü aksi takdirde evin kullanılmayacağı ve ona yatırılan sermayenin tamamıyla yararsız olacağını" en kör olan bile açıkça görecektir. Hiç kuşku yok. Borç verilmiş sermaye üzerindeki faiz kaldırılırsa, ev kirasından [Miete] kira faizi [Mietzins] olarak sözedilebileceği ve bu tür "kira faizi"nin gerçekte sermaye faizi olan bir kısım içerdiği için, bundan böyle hiç bir ev sahibi evi için bir kuruşluk kira alamayacaktır. Doktor doktordur. Alelade sermaye faizine ilişkin tefecilik yasaları ancak boşluklarından yararlanılarak etkisiz hale getirilebilirken, uzaktan dahi olsa ev kirası oranına değinmemişlerdir. İşi uzatmadan yeni tefecilik yasasının, yalnızca basit sermaye faizini değil aynı zamanda meskenlerin karmaşık ev kirasını [Mietzins] da düzenleyeceği ve giderek ortadan kaldıracağını hayal etmek ise Proudhon'a özgüdür. O halde neden bu "tamamıyla yararsız" ev iyi bir para karşılığında ev sahibinden satınalınıyor ve nasıl oluyor da böyle koşullarda ev sahibi, onarım masraflarından kurtulmak amacıyla bu "tamamıyla yararsız" evi başından atmak için kendisi para vermiyor — bu konuda karanlıkta bırakılıyoruz. 

Yüksek sosyalizm (Proudhon usta buna suprasosyalizm demiştir) alanındaki bu büyük başarıdan sonra prudoncumuz daha da yükseklerde uçmakta, kendini haklı görmektedir: 

"Şimdi artık yapılması gereken, böylesine önemli konumuza her cepheden ışık tutmak için bazı sonuçlar çıkarılmasıdır." 

Peki bu sonuçlar nedir? Faizin kaldırılmasıyla konut evlerin yararsızlığı kadar önceden söylenenlerle ilgisi olmayan şeyler. Yazarımızın görkemli ve ciddi üslubundan arındırılınca, bunların, yalnızca kiralanmış konutların satınalınması işleminin kolaylaştırılması için aşağıdakilerin arzulandığı anlamına gelmektedir: 1° konu üzerinde doğru istatistikler; 2° iyi bir çevre sağlığı denetleme gücü; ve 3° yeni evlerin yapımını yüklenecek yapı işçileri kooperatifleri. Bütün bunlar pek doğaldır ki çok iyi ve hoştur, ancak bunlar, içine gizlendiği gözkamaştırıcı terimlere karşın, hiç bir şekilde prudoncu kafa karışıklığının muğlaklığına "tümüyle ışık" saçamamaktadır. 

Böylesine büyük işler başaran kişi, Alman işçilerine ciddi bir öğütte bulunma hakkına sahiptir: 

"Bize öyle geliyor ki, bu ve benzer sorunlar, sosyal-demokrasinin ilgisine fazlasıyla layıktır. ... Burada konut sorununda olduğu gibi, kredi, devlet borçları, özel borçlar, vergiler gibi diğer ve eşit önemde konularda da görüşlerine açıklık getirmeye çalışsın", vb.. 

Dolayısıyla, prudoncumuz burada bizi "benzer sorunlar" üzerine tam bir dizi makale bekleyişi ile karşı karşıya bırakmaktadır, ve eğer bunların hepsini mevcut "çok önemli sorun" kadar derinlemesine incelerse, Volksstaat bir yıl için yeterli sayıya sahip olacaktır, ancak biz bekleme durumundayız — hepsi şimdiye kadar söylenenlerle aynı kapıya çıkmaktadır: sermaye faizi kaldırılacak ve onunla kamu ve özel borçlar üzerindeki faiz yokolacak, kredi bedelsiz olacak vb.. Aynı sihirli formül bütün konulara uygulanmakta ve her özel durumda, değişmez mantıkla, sermaye faizi kaldırıldığı zaman ödünç paraya artık faiz ödenmeyeceği gibi aynı şaşırtıcı sonuca ulaşılmaktadır. 

Bu arada, prudoncumuzun bizi tehdit ettiği sorunlar iyi sorunlardır: Kredi! İşçinin, haftadan haftaya olandan, ya da rehinciden aldığı krediden başka ne kredisine gereksinmesi olabilir? Bu krediyi bedelsiz ya da faizli, hatta rehincinin tahsil ettiği fahiş bir faizle almış olsun, bu onun için ne kadar fark eder? Ve, genel olarak, ondan bir yarar sağlanmışsa, yani işgücünün üretim maliyeti azalmışsa, işgücünün fiyatı düşmeye mahkum olmayacak mı? Ancak burjuva ve özellikle küçük-burjuva için kredi, önemli bir konudur, ve kredi herhangi bir zaman ve ayrıca faiz ödemeksizin alınabilse, bu özellikle küçük-burjuva için çok hoş bir şey olurdu. "Devlet borçları"! İşçi sınıfı onları kendisinin yapmadığını, ve iktidara geldiği zaman onların ödenmesini onları aktedenlere bırakacağını bilmektedir. "Özel borçlar"! — krediye bak. "Vergiler"! burjuvaziyi çok fazla, ama işçiyi ancak çok az ilgilendiren bir konu. İşçinin vergi olarak ödediği, uzun dönemde işgücünün üretim maliyetine girmekte ve dolayısıyla kapitalist tarafından telafi edilmesi gerekmektedir. Bize, burada, işçi sınıfı için çok önemli sorunlar olarak gösterilen bütün bunlar gerçekte yalnızca, burjuva, ve daha da fazla küçük-burjuva için hayati önemdedir; ve Proudhon'a karşın, bir işçi sınıfının, bu sınıfların çıkarlarını korumaya çağrılmadığını savunuyoruz. 

Prudoncumuzun, işçileri gerçekten ilgilendiren büyük sorun, kapitalist ve ücretli işçi arasındaki ilişki, kapitalistin nasıl olup da işçilerinin emeği ile kendisini zenginleştirebildiği sorunu üzerine söyleyecek tek bir sözü yoktur. Efendisi ve ustasının bu konuyla ilgilendiği doğrudur, ancak konuya kesinlikle hiç bir açıklık getirmemiştir. En son yazılarında dahi, Marx'ın 1847'de öylesine çarpıcı bir biçimde hiçliğe indirgediği Sefaletin Felsefesi'ne göre, esas olarak, hiç bir ilerleme kaydetmemiştir. 

25 yıl boyunca Latin ülkeleri işçilerinin bu "İkinci İmparatorluk Sosyalisti"nin yazılarından başka hemen hemen, hiç bir sosyalist zihni gıdaya sahip olmayışları yeterince kötüdür, ve prudoncu teorinin şimdi Almanya'yı da istila etmesi iki katı bir şanssızlık olacaktır. Ancak bundan korkmaya gerek yok. Alman işçilerinin teorik görüş noktası prudoncumuzunkinden 50 yıl ileridir, ve bu tek sorunu, konut sorununu, bu konuda başka dertlerden kurtulmak için örnek olarak almak yeterli olacaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.