Şimdi esas noktalardan birine geliyoruz. Mülberger'in makalelerini ekonomik ilişkileri Proudhon tarzında yasal terminolojiye çevirerek tahrif etmekle suçlamıştım. Bunun bir örneği olarak, Mülberger'in aşağıdaki sözlerini almıştım:
"Bir kez yapıldıktan sonra, ev, gerçek değeri, sahibine, çok önceden kira biçiminde fazlasıyla ödenmiş olmasına karşın, toplumsal emeğin belirli bir bölümü için bir kalıcı yasal tasarruf hakkı hizmeti görür. Dolayısıyla, örneğin elli yıl önce yapılmış olan bir ev, bu dönem içersinde, kira kazancıyla, ilk maliyet fiyatının iki, üç, beş, on ve daha çok katı fazlasını karşıladığı anlaşılmaktadır."
Mülberger şimdi şöyle yakınıyor:
"Bu basit, ciddi olgunun dile getirilişi, Engels'in beni evin nasıl "yasal tasarruf hakkı" haline geldiğini anlatmam gerektiği —ki bu benim görev kapsamımın oldukça dışında kalıyordu— konusunda uyarmasına neden oluyor. ... Tanımlama bir şeydir, açıklama başka bir şey. Proudhon ile birlikte toplumun ekonomik yaşamından bir adalet kavramının etkisi altında olması gerektiğini söylediğim zaman, günümüz toplumunu, bütün adalet kavramlarının değil, ama devrimin adalet kavramının eksik olduğu bir toplum olarak tanımlıyorum ki, bu olguyu, Engels'in kendisi de itiraf edecektir."
Şimdilik yapılmış olan evden ayrılmayalım. Ev, bir kez kiraya verildikten sonra onun üzerinden yapılan kâr da dahil olmak üzere, arsa kirası, onarım masrafları, ve yatırılan yapım sermayesinin faizini, kira şeklinde karşılamaktadır; ve koşullara bağlı olarak tedricen ödenen kira ilk maliyet bedelinin iki, üç, beş katı ya da on katına varmaktadır. Bu, dostum Mülberger, "basit, ciddi olgunun", bir ekonomik "olgu"nun "dile getirilmesidir"; ve eğer biz, onun "nasıl olup da" varolduğunu öğrenmek istersek, araştırmamızı ekonomik alanda yapmalıyız. Dolayısıyla, bu olguya biraz daha yakından bakalım ki, artık bir çocuk dahi onu yanlış anlamasın. Bilindiği gibi, meta satışı, sahibinin kullanım-değerinden vazgeçmesi ve değişim-değerini cebine atması gerçeğinden oluşmaktadır. Metaların kullanım-değeri, diğer şeyler yanısıra, tüketimleri için gerekli değişik dönemler bakımından da birbirinden farklı olmaktadır. Bir somun ekmek bir günde tüketilmekte, bir pantolon bir yılda, ve bir ev yüz yılda eskimektedir. Bu nedenle, dayanıklı metalar açısından, bunların kullanım-değerini parça parça ve her seferinde belirli bir dönem için satma, yani kiralama olanağı doğurmaktadır. Dolayısıyla parça parça satış, değişim-değerini ancak tedricen gerçekleştirmektedir. Yatırılan sermayenin geri ödenmesi ve ona tahakkuk etmiş faizden vazgeçmenin bir tazminatı olarak satıcı, hiç bir şekilde keyfi biçimde değil, ekonomi politik yasaları uyarınca belirlenen, daha yüksek bir fiyat, faiz almaktadır. Yüz yılın sonunda ev tükenmiş, eskimiş, ve artık oturulamaz haldedir. Şimdi, ev için ödenen toplam kiradan aşağıdakileri çıkaralım: 1) sözkonusu dönemde kaydetmiş olabileceği herhangi bir artışla birlikte arsa kirası, ve 2) cari onarımlar için harcanan miktarı çıkarırsak, bakiyenin ortalama olarak aşağıdakilerden oluştuğunu görürüz: 1° ilk olarak eve yatırılmış olan yapım sermayesi, 2° bunun kârı, ve 3° tedricen vadesi gelen sermaye ve kâr faizi. Şimdi, bu dönemin sonunda kiracının evi olmadığı doğrudur, ama ev sahibinin de yoktur.
Ev sahibi yalnızca (ona ait olması koşuluyla) arsaya ve onun üzerindeki, artık bir ev olmayan yapım malzemesine sahiptir. Ve her ne kadar bu arada ev "ilk maliyetini beş ya da on katı karşılayan" bir miktar yaratmışsa da, bunun yalnızca arsa kirasındaki artıştan ileri geldiğini göreceğiz. Bu, Londra gibi ev sahibi ile arsa sahibinin çoğunlukla ayrı kişiler olduğu büyük kentler için doğrudur. Böylesine muazzam kira artışları, yapım mahallerindeki arsa kiralarının hemen hemen aynı kaldığı çiftçilikle uğraşan bir köyde değil, hızla büyüyen kentlerde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de çok bilinen bir olgudur ki, arsa kirasındaki artışlar dışında, ev kiraları ortalama olarak ev sahibine yılda yatırılmış sermayenin (kâr dahil) yüzde-yedisinden fazlasını sağlamamaktadır, ve bu miktardan onarım giderlerinin, vb. ödenmesi gerekir. Kısaca, uygulamada işçiler kira anlaşması ile, ayrı basımın 4. sayfasında* ele aldığını, burjuva aldatmacasının binlerce biçiminden biri olarak yüzyüze gelirken, bir kira anlaşması, teorik olarak işçi açısından emek-gücünün alım ve satımını ilgilendirenler istisna edilirse herhangi bir diğer meta alışverişinden daha az ya da fazla önemli olmayan alelade bir meta alışverişidir. Ama orada tanıtladığı gibi bu biçimde ekonomik düzenlemeye tâbidir.
Öte yandan Mülberger kira anlaşmasını (ayrı basımın 19. sayfasında) yalın "keyfilik"ten başka bir şey değilmiş gibi düşünmekte, ve ona tersini tanıtladığım zaman "ne yazık ki yalnızca zaten bildiği şeyleri" söylediğimden yakınmaktadır.
Ancak ev kirası üzerine yapılan bütün ekonomik araştırmalar kiralanmış meskenlerin ortadan kaldırılmasını "devrimci düşüncenin doğurduğu en verimli ve görkemli amaçlardan biri" haline dönüştürmemizi mümkün kılmaz. Bunu gerçekleştirmek için ciddi ekonominin bu basit olgusunu gerçekten çok daha ideolojik olan hukuk bilimi alanına aktarmalıyız. "Ev", ev kirasına "kalıcı bir yasal tasarruf hakkı hizmeti görmekte", ve "dolayısıyla bunun sonucu olarak" bir evin değeri kira ile iki, üç, beş ya da on misli geri ödenebilmektedir. "Yasal tasarruf hakkı" bunun gerçekten nasıl olduğunu keşfetmemize zerre kadar yardımcı olmamaktadır, ve dolayısıyla ben de demiştim ki, Mülberger, bunun gerçekten nasıl "olduğunu" ancak evin nasıl bir yasal tasarruf hakkı haline geldiğini araştırarak bulabilir. Bunu, ancak, egemen sınıfın onu onayladığı yasal ifade çerçevesinde tartışacak yerde, benim yaptığım gibi, ev kirasının ekonomik niteliğini inceledikten sonra ancak keşfediyor. Kiranın kaldırılması için ekonomik önlemlerin alınmasını öneren herkesin ilkönce ev kirası hakkında, onun, "kiracının sermayesi kalıcı tasarruf hakkı için ödediği haracı temsil ettiğin"den biraz daha fazla bir şeyler bilmesi gerekir. Bunu Mülberger "Tanımlama bir şeydir, açıklama başka bir şeydir" diye yanıtlamaktadır.
Böylece evi, hiç bir şekilde sonsuz olmamakla birlikte, ev kirasına, kalıcı ve yasal tasarruf hakkı şekline dönüştürdük. Nasıl "oluşursa" oluşsun, bu yasal tasarruf hakkı sayesinde evin ilk değerinin birkaç katını kira biçiminde sağladığını gördük. Yasal terminolojiye geçiş sayesinde ekonomiden mutlu bir şekilde öylesine uzaklaştık ki, bir evin gayrisafi kira ile değerinin tedricen birkaç katının ödenmesi olgusundan başka bir şey göremiyoruz. Yasal terimler içinde düşünüp konuştuğumuzda, bu olguya, hak, adalet ölçü birimi uyguluyor ve onun haksız olduğunu, o her ne ise "devrimin hak kavramı" ile bağdaşmadığını ve dolayısıyla yasal tasarruf hakkının bir işe yaramadığını keşfediyoruz. Ayrıca aynı şeyin faiz getiren sermaye ve kiralanmış tarımsal toprak için de geçerli olduğunu keşfediyoruz, ve artık bu mülk sahibi sınıfları, ötekilerden ayırmak ve ayrıcalıklı muameleye tâbi tutmak için mazerete sahibiz. Bu, şu istemleri içermektedir: 1° sahibinin vazgeçme ihbarı verme hakkından, malının geri verilmesini isteme hakkından yoksun bırakılması; 2° kiralayana, yani borçlu ya da kiracıya, kendisine ait olmayan, ancak ona devredilen nesnenin bedelsiz kullanımının verilmesi, 3° sahibine uygun bir dönem içinde faizsiz ödeme yapılması. Ve bununla prudoncu "ilkeler"i bu açıdan tamamlamış oluyoruz. Bu Proudhon'un "toplumsal tasfiye"sidir.
Bu arada, bütün bu reform planının, onların küçük-burjuva ve küçük köylü durumlarını pekiştirdiği için, hemen hemen yalnızca küçük-burjuva ve küçük köylülere yarayacağı açıktır. Dolayısıyla, Mülberger'e göre efsanevi bir kişilik olan "küçük-burjuva Proudhon", burada birdenbire çok somut bir tarihsel varlık haline gelmektedir.
Mülberger devam ediyor:
"Proudhon ile birlikte toplumun ekonomik yaşamının bir adalet kavramının etkisi altında olması gerektiğini söylediğim zaman, günümüz toplumunu, bütün adalet kavramlarının değil, ama devrimin adalet kavramının eksik olduğu bir toplum olarak tanımlıyorum ki, bu olguyu, Engels'in kendisi de itiraf edecektir."
Ne yazık ki Mülberger'e bu iyiliği yapacak durumda değilim. Mülberger toplumun bir adalet kavramının etkisi altına girmesi gerektiğini talep etmekte ve buna tanımlama demektedir. Bir mahkeme bana bir borcun ödenmesini talep eden bir ihbarname ile bir icra memuru yollarsa, Mülberger'e göre, beni borcunu ödemeyen bir adam olarak tanımlamaktan başka bir şey yapmış olmuyor! Tanımlama bir şeydir, küstahça bir istem başka bir şey. Ve bilimsel sosyalizmi ile Proudhon arasındaki temel fark, işte tam da burada yatmaktadır. Biz ekonomik ilişkileri oldukları gibi ve geliştikleri gibi tanımlıyoruz —ve Mülberger'in tersine, bir şeyin her gerçek tanımı, aynı zamanda onun bir açıklamasıdır—, ve kesinlikle ekonomik olarak, onların gelişmelerinin aynı zamanda bir toplumsal devrimin unsurlarının gelişmesi olduğunu tanıtladık: bir yandan yaşam koşullarını zorunlu olarak toplumsal devrime yönelten bir sınıfın, proletaryanın ve öte yandan da kapitalist toplum çerçevesi ötesinde büyümüş olduğu için bu çerçeveyi zorunlu olarak çatlatacak olan, ve aynı zamanda bizzat toplumsal ilerlemenin çıkarı uyarınca sınıf farklarını ilk ve son kez ortadan kaldıracak araçları sunan üretim güçlerinin gelişmesi. Proudhon, tam tersine, günümüz toplumundan kendi ekonomik gelişme yasaları uyarınca değil, ama adalet hükümleri uyarınca kendini değiştirmesini istemektedir ("hak kavramı" ona değil Mülberger'e aittir). Proudhon ve onunla birlikte Mülberger'in vaaz verdiğini ve yas tuttuğunu böylece tanıtlıyoruz.
"Devrimin adalet kavramının" nasıl bir şey olduğunu kesinlikle tahmin edecek durumda değilim. Doğrudur, Proudhon, kendi "adalet"inin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan "devrim"den bir çeşit tanrıça yapıyor, ve böylelikle de 1789-94 burjuva devrimi ile gelecekteki proletarya devrimini birbirine karıştırmak gibi garip bir yanlışa düşüyor. Özellikle 1848'den beri bunu hemen her çalışmasında yapıyor; yalnızca birini, yani Devrimin Genel Fikri'ni 1868 baskısının 39 ve 40. sayfalarını aktaracağım.[22*] Ancak Mülberger, Proudhon için tüm sorumluluğu reddettiği için, "devrimin hak kavramını" Proudhon'dan açıklamama izin verilmiyor, ve dolayısıyla Mısır karanlığında kalıyoruz.
Mülberger devamla şöyle diyor:
"Ama ne Proudhon, ne de ben, mevcut haksız koşulları böylelikle açıklamak için 'sonsuz adalet'e başvurmuyor ve hatta, Engels'in bana atfettiği gibi bu koşulların bu adalete başvurularak düzeltilmesini dahi beklemiyoruz."
Mulberger, Proucthon'un "Almanya'da genellikle pek iyi bilinmediği" fikrine güvenmiş olmalı. Bütün çalışmalarında, Proudhon, tüm toplumsal, yasal, siyasal ve dinsel önermeleri, "adalet" ölçüsüyle ölçmekte ve "adalet" adını verdiği şeye uyup uymamasına bakarak reddetmekte ya da kabul etmektedir. Ekonomik Çelişkiler'inde[23*] bu adalet hâlâ "sonsuz adalet", "justice éternele" olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra, sonsuzluk hakkında hiç bir şey söylememekte, ama bu anlam, sorunun özünü oluşturmaktadır. Örneğin, Devrimde ve Kilisede Adalet[24*] 1858 baskısındaki aşağıdaki pasaj bütün üç ciltlik vaazın metnidir. (c. I, s. 42):
"Esas ilke, toplumların organik, düzenleyen, egemen ilkesi, bütün diğerlerini kendine tâbi kılan, koruyan, zapteden, cezalandıran, ve hatta gereksinme anında bütün isyankâr unsurları bastıran ilke nedir? Bu, din mi, ideal mi, yoksa çıkar mı? ... Benim fikrime göre bu ilke adalettir. Adalet nedir? İnsanlığın esas özüdür. Dünyanın başlangıcından beri ne olmuştur? Hiç bir şey. Ne olmalıdır? Her şey."
İnsanlığın özü olan, adalet, sonsuz adalet değilse nedir? Şimdiye kadar gene de bir şey olmayan, ama her şey olması gereken, toplumların organik, düzenleyici, egemen temel ilkesi, bu bütün insanlık işlerinin ölçüleceği ölçü birimi, bütün anlaşmazlıklarda başvurulacak hakem değilse nedir? Ve ben, Proudhon'un ekonomik bilisizliği ve çaresizliğini, bütün ekonomik ilişkileri, ekonomik yasalar uyarınca değil, ama bu sonsuz adalet kavramına uyup uymamasıyla değerlendirerek gizlediğinden başka bir şey ileri sürdüm mü? Ve eğer Mülberger "modern toplumun yaşantısındaki bütün bu değişikliğin" "bir hak kavramının etkisi altında olması"nı, "yani her yerde kesin adalet gerekleri uyarınca yürütülmesi"ni talep ederse, Mülberger ile Proudhon arasındaki fark nedir? Ben mi okuyamıyorum, Mülberger mi yazamıyor?
Mülberger şöyle devam ediyor: "Proudhon, insan toplumundaki itici esas ruhun, yasal değil, ekonomik ilişkiler olduğunu Marx ve Engels kadar bilmektedir; ayrıca, bir halk arasındaki belirli hak kavramlarının ekonomik ilişkilerin —ve özellikle üretim ilişkilerinin— ancak ifadesi, görüntüsü ve ürünü olduğunu da bilmektedir. ... Bir deyişle, Proudhon için hak, tarihsel olarak gelişen bir ekonomik üründür."
Proudhon bütün bunları biliyorsa (Mülberger tarafından kullanılan açık olmayan ifadeleri görmezden gelmeye ve iyi niyetini kabul etmeye hazırım), Proudhon hepsini "Marx ve Engels kadar" biliyorsa üzerinde tartışacak ne kalır? Sorun odur ki, Proudhon'un bilgisine ilişkin durum biraz değişik. Belli bir toplumun ekonomik ilişkileri ilk olarak kendilerini çıkarlar olarak göstermektedir. Şimdi, yapıtında biraz önce aktarılmış olan bölümde Proudhon o kadar sözcük ile "toplumların düzenleyici, organik, egemen temel ilkesinin, diğer hepsini kendine bağımlı kılan ilkenin" çıkar değil, adalet olduğunu söylüyor. Ve aynı şeyi bütün çalışmalarının bütün önemli bölümlerinde yineliyorsa da bu Mülberger'in şöyle devam etmesini engellemiyor:
"... Proudhon tarafından çok derinlemesine Savaş ve Barış'ta[25*] geliştirilmiş olan ekonomik hak kavramı, Lassalle'ın Kazanılmış Haklar Sistemi'nin önsözünde öylesine yetkin bir biçimde dile getirilmiş olan o temel fikriyle tamamıyla çakışmaktadır."
Savaş ve Barış, Proudhon'un pek çok çocukça yapıtının hepsinin belki de en çocukçasıdır, ama bunun, Proudhon'un, tüm tarihsel olay ve fikirleri, tüm politikayı, felsefe ve dini, sözkonusu tarihsel dönemin maddi, ekonomik yaşam koşullarıyla açıklayan Alman materyalist tarih kavramını sözde anlayışının bir kanıtı olarak ileri sürülmesini beklemezdim. Kitap öylesine az materyalisttir ki, savaş kavramını bile, yaratıcının yardımına başvurmadan kuramıyor:
"Ancak, bizim için bu yaşam biçimini seçen yaratıcının, kendi amaçları vardı." (c. II, s. 100, 1869 baskısı.)
Kitabın hangi tarihsel bilgi üzerine dayandığı, Altın Çağın tarihsel olarak varolduğuna inanması gerçeğinden anlaşılmaktadır:
"İnsan soyunun dünya yüzeyine seyrek dağıldığı ilk başlarda, doğa onun gereksinmelerini güçlük çekmeden karşılıyordu. O Altın Çağıydı, barış ve bolluk çağı." (Ibid., s. 102.)
Ekonomik görüş açısı en koyu bir maltusçuluktur:
"Üretim iki misline çıktığı zaman nüfus da kısa zamanda iki misline çıkacaktır." (s. 105.)
O halde bu kitabın materyalizmi nerede? Savaş nedeninin şimdiye kadar ve bundan böyle de "yoksulluk" olduğunu ileri sürmesindedir. (Örneğin, s. 143). Bräsig Amca,[26*] 1848 konuşmasında, sükunetle şu pek büyük sözleri söylediği zaman en az onun kadar yetkin bir materyalistti: "büyük yoksulluğun nedeni büyük pauvreté'dir.[27*]"
Lassalle'ın Kazanılmış Haklar Sistemi, yalnızca hukuk bilimcisinin değil, aynı zamanda eski-hegelcilerin hayallerinin damgasını taşımaktadır. Sayfa VII'de, Lassalle, açıkça "ekonomide kazanılmış hak kavramının bütün gelişmenin itici gücü" olduğunu ileri sürmekte, ve "hakkın kendi içinden [ve, dolayısıyla, ekonomik önkoşullardan değil] gelişen bir rasyonel organizma" olduğunu tanıtlamaya çalışmaktadır. (s. IX.) Lassalle için bu, hakkı, ekonomik ilişkilerden değil, "hukuk felsefesinin yalnızca gelişmesi ve ifadesi olduğu, irade kavramının kendisinden" çıkarma sorunudur. (s. X.) O halde, bu kitabın yeri neresidir? Proudhon ile Lassalle arasındaki tek fark, Lassalle'ın gerçek bir hukukçu ve hegelci iken, Proudhon'un bütün öteki konularda olduğu gibi hukuk ve felsefede de, yalnızca bir amatör olmasındadır.
Sürekli olarak kendisiyle çelişme içersine düşmekle ün yapan bu adamın, Proudhon'un, arada bir fikirleri gerçeklere dayanarak açıkladığı görünümü veren beyanlarda bulunduğunu çok iyi biliyorum. Ancak, bu tür beyanlar, düşüncesinin temel eğilimi ile karşılaştırıldığı zaman önemli olmaktan uzaktır ve, ayrıca gerçekleştikleri zaman had safhada karışık ve doğuştan tutarsızdırlar.
Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur Başlangıçta âdet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar —kamu yetkesi, devlet— zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe ifade biçimi toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz "irade kavramı"ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadırlar. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişmekte ve bunlarla hukuk bilimi doğmaktadır. Daha ileri gelişmesinde bu bilim çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama kendi gerçekleşmelerini, kendi içlerinde bulan sistemler olarak kıyaslamaktadır. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar bütün bu yasal sistemlerde aşağıyukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için insan koşullarını yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adalet, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazan tutucu, bazan devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı yunker için acınacak bölgelerin örgütlenmesi bile (District Ordinance) sonsuz adaletin bir çiğnenmesidir.[267] Dolayısıyla, sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger'in doğru olarak "herkes farklı bir şey anlıyor" dediği şeyler arasına girmektedir. Günlük yaşantıda tartışılan ilişkilerin basitliği gözönüne alındığında, doğru, yanlış, adalet ve hak duygusu gibi kavramlar toplumsal konulara ilişkin olarak bile yanlış anlama olmaksızın kabul edilirken, gördüğümüz gibi, ekonomik ilişkilerin herhangi bir bilimsel incelemesinde örneğin modern kimyada filojiston teorisinin terminolojisi korunmuş olsaydı doğacak olan çaresiz karışıklığın aynısını yaratmaktadırlar. Proudhon gibi biri, bu toplumsal filojistona, "adalete", inandığı ya da Mülberger gibi biri, filojiston teorisinin oksijen teorisi[28*] kadar doğru olduğunu iddia ettiği zaman, bu karışıklık daha da kötü bir hale gelmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.